28 Eylül 2015 Pazartesi

Yazar Öfkesi



Yazar öfke ile balkona attı kendini. Söyleniyordu:
- Ne halt ettim de evlendim senin gibi kadınla? Olmaz olsaydı senin güzelliğin! Na kafa.. Kafa!.. Evlenmek neyineydi senin?
Karısı içerden bağırıyordu:
- Kapanıp bir kümeste roman yazaydın sen... Ama suç benim, seni bir adam sanıp evlendim. Adama bakın adama!.. Az buçuk gelirim olmasa aç kalacağız. Ne o ? Ünlü bir yazarmış... Roman yazacağına çalış!
Yazar gürültü ile çekti sandalyeyi altına. Sigarasını yakarken elleri titriyordu. Alaylı bir gülüş düğümlendi dudaklarında, Mırıldandı:
Roman yazacağına çalış...
Çalışmıyor muydu? Eski Eserler Müzesinde memurdu.
Az çok yazarlığından da kazanıyordu ya. Dayanamadı, karşılık verdi:
Senin gelirin süsüne yetmez! Bir de konken partilerine karıştın... Sen kim kumar kim?
Kumar denmez ona! Kumar dediğin büyük para ile olur. Eğleniyorum ben. Ne yapalım? Beyimiz işten geldi mi tak tak daktilonun başına geçer. Hele geceleri tak tak
da tak tak... Şeytan diyor ki, parçala şu makineyi!... Gençliğim, güzelliğim...
Yazar hışımla kalktı, balkon kapısından uzanıp daha yüksek sesle bağırdı:
Gençliğin de güzelliğin de yerin dibine batsın senin, anlıyor musun? İşine gelirse.
Bu böyle, anlıyor musun? İşte kapı!
Hızla çekip balkon kapısını yerine oturdu gene. Sağ bacağını oynatıp duruyordu sinirinden. Kaçıncı tartışmalarıydı aynen, yedi yıldır... Erinci bozulmuştu, iyice. Evlilik çekilmez yük olmuştu. Yeterince yazamıyordu da. Sigarasını yeniledi.
- Tanrım, nedir benim çilem?
Dedi. Başını göğe doğru kaldırmıştı ki ay ile göz göze geldi, sanki. Deminden beri dolunayı ve denizin karanlığını ikiye bölen ışık çizgisini, yıldız yıldız pırıldaşan suları görüyordu da sezemiyordu. Bir anda bunu sezince şaştı.
- Aydede! Dedi.
Gülümser gibiydi aydede.
Çok çağ geçirmiş, her şeyi öğrenmiş bir gülümseme. Yazarın yüz kasları gevşedi.
Ayağının titremesi durdu.
- Ya senin başına gelen aydede, dedi, ya senin başna gelen? Bir zamanlar sana tapınırdı insanlar. Tanrı sendin.
İlk o zaman gülmeye başlamıştım işte. Çünkü ben kendimin Tanrı olmadığını biliyordum. İnsanların bu gerçeği anlaması uzun sürdü. Oysa akılları ile öğünmüştürler hep! O zamandan beri dünyaya baktıkça, insanoğlunun akıl yoluyla erişebileceği ne mutluluklar varken, nasıl bozuk bir düzenle yaşamlarını soysuzlaştırmalarına şaşıp şaşıp gülüyorum.
- Şimdi ise hiç bir şeysin aydede! Evet, kupkuru bir toprak parçası. Oyuk oyuk, toz toz... Yaşamsız.
- Gerçek bu mu?
- Taş gibi bir gerçek! Soğuk, katı...
- Siz, hayallerinizin yıkıldığı anı gerçeği görme sanıyorsunuz. Oysa gerçek, o hayallerden önce de var olan, ama görülemeyen.
- "Aynur", "Ayla", "Aydan"... ve seninle güzelleşen aşklar, şiirler... Kaldı mı şimdi bunların değeri?
- Hayaller yıkıldı mı yerine gerçekler oturmalı. Daha binlerce yıl gecelerinizi aydınlatacak olan ben değil miyim? Bu, benim gerçeğim. Değişen ne ki o sözlerin değeri yitsin? Düşünsene bir.
-Ama değişen ne? Evet, evet... Ay görevini sürdürüyor. Binlerce yıl öncesinden olduğu gibi. Eksiksiz ve güzel.
- Fazlası var: Yeni ve büyük buluşlara köprü olacağım.
Yazar aya hayranlıkla bakıyordu. Önceki düşüncesinden utanmış. Ama düşünce, başlangıçta yanlış olsa bile doğurgansa gerçeğe götürüyordu işte. Şimdi daha dikkatle bakıyordu aya, daha çok şey düşünüyor, düşündükçe rahatlıyordu. Ayın güzel gerçeğini görebilmişti çünkü. Ne Luna'lar, ne Apollo'lar., ne de insanoğlunun oraya ayak başmış olması bunu değiştirebilirdi.
Ay, yazarın bu -yargısından kıvanç duydu. Gülümsüyorlardı karşılıklı. Denizin üzerindeki ay ışığı uzantısı bir öpüş gibi yazarın yüreğine sokulmuş, oradan, büyük dostluğun özleminden gelen bir selam olarak aya yükselmişti. Tüm öfkesizdi yazar, Tüm mutlu. Her şey bir güzellik içinde iken, elbette.
Bunca çağlar geçirmişsin, aydede, hep büyük bir göz olarak izlemişsin gecelerimizi. Işıkların işlemiş iliğimize kemiğimize, sırlarımıza... Anılarını yazabilsen aydede, bir başka ışık tutmuş olurdun bizlere. Ya da geceler boyu sen söylesen, ben yazabilsem...
- Pek ilginç olurdu. Bunun için de okunurdu. Ama insanlar ders alsın istersen, boşuna. Sizler bir damlacık ömrünüzü bile hay-huy içinde geçirirsiniz çoğu ve de ders alınacak milyonlarca olaylara karşın, "yarı ölüm" dediğiniz uykuyu yeğ tutarsınız her zaman. Oysa düşünmek ve gündüzleri yargılamak içindir geceler. Uyku, bunun sonundaki iç erincidir bence. Ama sizler, benim getirdiğim uykuları kapışırsınız, hemen. Gün üzerinize doğar, gözlerinizi kamaştırır da, başınızı öte yana çevirip, hatta perdeleri de çekip uyumayı sürdürürsünüz daha! Benim bir gecelik anılarımı bile yazamazsın, gücünün üstündedir.
Kendine güldü yazar:
- Amma hayallere kapılıyorum!. Bir romanımı oluşturmam bile ne kadar zor. Öfke sinir, gücümü eritiyor. Şimdi içeri gireceğim ve belki yeniden başlayacak dır dır... Acılar değil, asıl öfke yiyip bitiriyor insanı.
Bu sırada salonun ışığının söndürülmüş olduğunu gördü. Kulak kabarttı. Ses yoktu.
Karısı uyumuş muydu yoksa?
- Sanmam.
Dedi. Kuşku ile kalktı, içeri girdi. Yatak odasında ışık vardı. Yavaşça açtı kapıyı.
Karısı giyimliydi ve dolu bir valizi bastırarak kapatmaya çalışıyordu, Kocasının bir şey demesine fırsat vermedi:
Gidiyorum işte. Zırvalarınla başbaşa kal!.
Üzülecek yerde bir sevinç belirdi yazarın içinde. Kurtuluş muştusuydu sanki gitmesi. Gene de doğru bulmadı bunu. Engel olmak gerektiğini düşündü.
- Beni biraz anlamaya çalışsan. Kötü bir koca değilim.
Öyle küçümseyen bir gülümsemeyle bakmıştı ki karısı, bu yeterdi.. Arkası da gelmişti zaten. Başka tartışmalarda olduğu gibi:
- Yazar olacağına çöpçü olsaydın, demişti gene. Daha çok kazanırdın, daha çok karı kıymetini bilirdin belki.
Yazarın ruh düzeni o anda bozuldu yeniden. Büyük bir öfke içinde bağırdı:
- Ben gidiyorum, ben! Bir daha dönmemek üzere!
Gecenin derin sessizliğinde bir kapının gümleyişini, uyuyanlardan bile duyan olmuştu.
 Sokak serin. Gürültüsüz. Aydede, değişmeyen gülümseyişiyle bakmakta, yumuşak, okşayıcı ışıklarını göndermekteydi yazara Ama o bunu sezemiyordu artık. Söyleniyordu:
Zırvalarım ha? Çöpçü ha? Yetti be yetti! Ama suç benim. Kız kardeşim:
Ayol o fotoromandan başka şey okumaz. Anlaşamazsınız.
Demişti de ne demiştim ben?
- Hele bir evlenelim, demiştim, onu bize göre eğitirim. Eğitirim gönlümce.
Güldü, kafasına vurarak:
- Naa, sersem kafa! O kadar gönlünce ki, ödül almışsın da hala 'Zırva" diyor yazdiklarına! Tu, Allah kahretsin, yerin dibine batsaydı güzelliğin de gelirin de!
Çok sert ve hızlı adımlarla yürüyordu. Sultanahmet'ten Gülhane Parkına doğru. Birisi ile burun buruna gelmesiyle çarpıp onu yere düşürmesi bir oldu. Adam sarhoştu, bağırdı:
- Kör müsün ulan?
Onu yerden kaldırırken yazar da öfkeyle:
- Körüm, dedi, hem iki gözüm de kör!.
Vay anam vay. Amma adama yanaşmışım... Saat kaç diye soracaktım.. Suç benim arkadaş. Suç her zaman benimdir zaten..
- Nasıl her zaman senin?
- Nasılı var mı bunun? Ben almasam başkası yükler. İyisi mi ben alırım, efendilik bende kalır. Zaten acırım o zavallıya. Ortadadır hep. Kimseler olmaz. İtilir, kakılır. Parası pulu da yoktur. Benim gibi yani...
Yazarın öfkesi dağılıvermişti. Adama ayak uydurmaya çalışıyordu. Hoşlanmıştı ondan.
Bir kiloluğu devirmişe benzersin?
Devirdim arkadaş. Bu gece devirdim valla. Ufak bir işçiyim. Aldığım para bi boka yaramaz. Patronu devirecek değilim ya, şişeyi devirdim.
Gülüşüyorlardı. Adam kuşkuyla durdu. Yazara baktı. Gözlerine... Eğilerek bir daha, dikkatlice.
- Yahu, ne biçim körsün sen? Gözlerin bakar... Bastonun da yok! Sarhoşsak, ne kodese, ne kafese girecek kadar değil.
Bakar körüm... Sen de körsün belki...
Adam ciddileşti. Sarhoştan değil ama deliden korkulurdu, Yazarın omuzuna iki dokundu:
- Bir yerden kaçkına benzersin sen... Hadi sana uğurlar ola.
Ve geri dönüp uzaklaştı. Yazar gülümsedi ardından.
Gülhane Parkına gelmişti. Oldum olası hayrandı buraya. Doğanın mutlu düzeni ile insan elinin olumlu yapıcılığı birleşmişti burada. Ne zaman gelse erinç bulurdu. Geniş asfalt yolun ortasında durdu bir an. İki yandaki ulu ağaçların birbirine kavuşmuş gür dalları arasından ay ışığı sızmaktaydı. Doğayı dinledi. Yaprakların hışırtısı ne güçlü. Cırcır böcekleri ne sevinçli. Gece ne derin. Hepsi konuşuyordu, dostça.
Ağaçlık yolun bitimiyle, belirginleşen gökyüzü sonsuzluğunda sapsarı, ışımaktaydı aydede. Onca yıldızlar arasında yalnız. Gene bir şeyler söylüyordu yazara, o çok çağ geçirmiş gülümseyişiyle.


12 Eylül 2015 Cumartesi

Neden Öldü?


-Anneler gününde tüm çocuklara-

Emekli dikiş öğretmeni Bilge Hanım gece yarısı ölmüştü. Bitişik karyolada yatan kocası Kemal Bey saat dokuz sularında uyanıp bu durumla karşılaşınca çok şaşırdı.
Hiç olağan gelmedi. Böyle apansızın... Üstelik koynunda bir ölü! Yirmi beş yıllık evlilik bitmişti. Yapayalnız kalmıştı. Yok, yapayalnız değil. İki oğlu bir kızı vardı. Öteki odalarda. Henüz uyuyan. Nasıl bildirecekti onlara? Neden ölmüştü ki?
Karısının yüzüne baktı, dikkatlice. "Ölmek” ile yüzyüze gelişin çaresizliği içinde. Yaşamın donmuşluğuydu ürküten. Sanki onunla birlikte yaşamamış. Başlamasız bitiş... Hiç bir şeylik! Bir boşluk duydu. Tüm üzüntüler ne kadar gereksizdi.
Oysa her şeye üzülürdü karısı. Yatmadan önce üzgündü.
"Bir üflemelik mum gibi söneceğim. Yorgunum, bitkinim... Biraz anlayışlı olun!" demişti gene.
'Kalbim...” demişti.
Ve bu kül rengi sopsoğuk yüzde inceden bir gülümseme vardı. Göz kapaklarının kapanmamış aralığından yabansı bir alay çizgisi... İlk kez:
Sen haklısın.
Dedi Kemal Bey. Bilinçsiz.
Ama duygusal. Ve kapattı göz kapaklarını. Çenesini bağladı sonra. Bir çarşaf çekti üzerine.
Dışarı çıktı. Sigara yaktı. Birçok şey düşünüyordu: bağımsız, sonuçsuz, yararsız. Çokluk neden arıyordu ölümüne... Geceleyin çocuklarına kızmıştı. Tartışıyorlardı:
- Yıkayıverin kirli çoraplarınızı! Sokuşturmayın, atmayın oraya buraya. Bir çorabınızı da yıkayın artık! Eskisi gibi değilim, yorgunum. Biraz da beni düşünün be, gücüm kalmadı!
Büyük oğlu:
Doğurmasaydın! Annenin görevidir bunlar.
- Ya sizin göreviniz?
Adam gibi okuyoruz işte, Serseriliğimiz yok. Daha ne olsun?
Hep sizin rahatınız, mutlu geleceğiniz için ölesiye çalışmak: görevim, evet. Ama artık çöktüm, yaşlandım da. Biraz yardımcı olun diyorum.
- Biz erkeğiz. Kızına yaptır.
- Herkes yapabilmeli bir şeyler. Kadınlık-erkeklik sorunu değil bu. Hastayım diyorum size. Hastayım!
- Hep böyle söylersin... Bıktırdın yani.
- Ölürüm de inşallah kurtulursunuz. Siz de, ben de...
Bıktık bu "ölmek” sözünden de! Biz ölelim de sen kurtul öyleyse.
- Nee?! Siz nasıl söylersiniz bunu? Nasıl! Bunun sözü bile yıkar beni, bilmez misiniz? Ama büyük Tanrı'm bu acıyı bana göstermeyecek. Göstermeyecek!
Öfke, hem yakarışla söylenen son sözcükler Kemal Bey'in kulaklarında yankılanıyor gibiydi. Şaşma ile:
Göstermedi işte, dedi. İnançları güçlüydü, göstermedi.
Her şey çocuklarından sonra gelirdi zaten... Gece rakı içmemize de kızmıştı. Oğlanlar içtikçe "Size keyif, bana zehir!” der, kahrolurdu hep. İlle de beni suçlardı:
"Çocuklarıyla karşı karşıya oturup içen babalarda suç!” diye.
Benim suçum ne? Koskoca çocuklar... Büyük bağırmıştı:
Sen bana karışamazsın artık!
Ondan sonra da yatak odasına kapanıp ağlamıştı. Üzüntü, sinir... Çocuklardır nedeni...
Bu sonuca varınca çocuklarına öfke duydu, ama üzerinde durmadı, bıraktı düşünmeyi.
- Hay Allah'ım, dedi... Öldü işte! Nedeni şu, ya da bu... Yapılacak şeyleri yapmalı şimdi.
Yapılacak şeyler... Bir anda yığılıvermişti karşısına, dağ gibi.
Doktor getirmek, yıkama, gömüt alınması, onun hazırlanması, eşe dosta bildirme... Miras işleri: Evin tapusu karısının üzerineydi çünkü... Başsağlığına gelenler ve de şu duası, bu duası... Daha bir sürü işler ki, sağlık zamanından çok! Karısız kalmıştı üstelik. Çok yabansı: ağlayamıyordu da!
Bu sırada ortanca oğlu kalkmıştı. Ona:
- Ağabeyini kaldır, dedi. Konuşacaklarımız var.
Oğlu şöyle bir baktı babasına: Annesi ile bir tatsızlık mı çıkmıştı gene aralarında? İkide bir boşanmaktan, defolup gitmekten söz ederdi babası.
Herkesin yüzüstü bırakıp...
Ben gidiyorum. Ne haliniz varsa görün!
Diyecekti belki de.
Ağabeyi geç yatmıştı. Tersledi:
- Ne oluyor, sabah sabah ne konuşması?
Kalkmıyorum!
- Bir olay var herhalde. Babamın yüzü asık..
- Olay molay bilmem ben. Ne halleri varsa görsünler. Hadi toz ol burdan!
Kemal Bey öfkeyle girdi içeri. Patladı:
- Anneniz öldü!
Çocuklar aptallaştı, inanmazlıkla. Derin bir korku içinde annelerinin yatak odasına koştular.
Keşke şaka olsaydı... Boydan boya üste örtülmüş çarşafı çektiler. Ve soğumuş gövdenin üzerine kapandılar.
- Annem, annem! Anneciğim!
Ağlıyorlardı. Kemal Bey de ağlıyordu galiba.
Büyük oğlan acı ile kasılmış gibiydi. Sordu:
Neden? Neden öldü annem, baba?
- Onu size sormalı!
Geceki tartışmayı amaçlayarak hınç alırca söylemişti bunu baba.
Çocuklar:
- Anneciğim, bağışla bizi...
Diye inlediler.
- Bizi bağışla anneciğim!
Bilge Hanım'ın yüzündeki donmuş gülümseme eridi, eridi yitti. Üzüntü çöktü yerine. Göz pınarlarında yaş. Kimse göremiyordu bunu ama bir gerçekti.
Çok yaşanmış ve çok yaşanacak... Diyordu ki:
- Ağlamayın yavrularım. Ağlamayın öyle. Yüreğime kor gibi damlıyor gözyaşlarınız. Ne yaptınızsa elbette ki bağışlamışımdır. Anne yüreği, bağışlamaz olur mu hiç? Dökmeyin o güzel gözyaşlarınızı ne olur, çok acı çekiyorum.
Ama duyan yoktu.
Büyük oğlu babasının kendilerine yönelttiği suçlamayı geri çevirdi:
- Sen annemi bizden daha fazla üzerdin. Bu bir gerçek!
- Gerçek... Evet. Sizin yaptıklarınıza katlanırdı çünkü. Ama benim ufak bir sözüm batar kalırdı! Neyse, bu tartışmanın sırası değil şimdi. Ben gitmeliyim, yapılacak bir sürü işler var. Siz de, hadi, dışarı çıkın.
Bilge Hanım, yüzünde hüzünlü bir gülümseme ile:
- Git, dedi. Git... Hem de çarçabuk. Bu işler geciktirmeye gelmez. Ne kadar yorulacaksın, değil mi sevgilim? Her işten yorulduğun gibi. Ama çaresizsin. Benim yardımım dokunamaz artık. İlk kez bir işimi sana yüklemiş bulunuyorum. Çaresiz katlanacaksın sevgilim. Evet: sevgilim... Bir türlü anlayamadığın!
Kemal Bey giysilerini toparlayıp dışarı çıktı, giyindi, gitti.
Çocuklar annelerinin yanında kalmışlardı. Bitkin. Suskun. Pişman. Ölüvermişti işte anneleri.
- Biz de üzüyorduk annemizi, dedi biri. Üzüyorduk!
Ağlaştılar gene. Kötülükleri canlanıyordu, bir bir. Sanki bu ezinç bana dayanılmaz.
Öbürü:
- Asıl bu kız üzerdi annemizi, dedi. Bu akşam kızmadı mı, sana: ” Odanı toplu tut. Aldığını aldığın yere koy. Hamarat ol!” diye. "Sana şu yakışır...” dese, ukalâlık eder dinlemez, üzerdin. Yalan mı?
Kız başını kaldırdı annesinin, göğsünden. Yüzü gözyaşlarıyla ıpıslak. İçini çeke çeke:
Üzerdim... dedi. Üzerdim ama herhalde sizin kadar değil! Siz içki, sigara içtikçe erirdi sanki. Gece habersiz gelmeyince uyumaz beklerdi. Bir o pencereye, bir bu pencereye, dolaşır dururdu. Sonra da ilâç alırdı. Hele sen, karşılık da veriyordun...
Bacak kadar boyunla sen vermiyordun çünkü!
Bilge Hanım'ın yüreği titredi yeniden. Çocuklarının birbirlerini suçlamalarını, incitmelerini hiç istemezdi. Başlarına uzattı ellerini, yavaştan. Okşuyordu: "Karakoç'um” diyerek büyüğünü, "Sarı'm” diye ortancasını ve "İnce kızım” diye küçüğünü. Üç kardeşin bir arada, başbaşa oluşları ile mutluydu. Çok. Ama sesini duyuramıyordu onlara. İncelmiş, yok olmuş ellerinin okşamalarını da sezemiyorlardı.
Güçsüzdü. Ne yabansı: Dünyadakileri duyuyordu, görüyordu, ama hiç bir, hiç bir karşılık gösteremiyordu onlara! Kendisi onlardan güçlüydü ve de onlardan güçsüz!
Çırpınıyordu işte, gerçeği anlatabilmek için:
Boşuna birbirinizi suçluyorsunuz, diyordu, boşuna. Hiç birinize kırgın değilim. Bu gece gördüğüm düşü ve onun verdiği acıyı bilmiyorsunuz ki.. Arkadaşımın hem oğlu hem kızı idama mahkûm edilmişlerdi. Anarşist imişler... Kendileri bilmiyordu henüz. Yaşam doluydular. Öylesine özgür ve mutlu, dolaşıyorlardı. Oysa idam hazırlığı yapılıyordu harıl harıl. Kurtarmak olanaksızdı. Üstelik suçsuzdular gerçekten.
- Acaba, diyordum, iğne filân yapılamaz mı? Bari bunun acısını duymasalar... Duymadan, hiç bilmeden ölüverse.
Hemen düşünüyordum ki bu olanaksız. O zaman nasıl gidebilirler idam sehpasına? Hayır, bilecekler öleceklerini, görecekler öldürüldüklerini. Yasa böyle, Ah! Ne acı.
Ve annelerini düşünüyordum. Nasıl dayanacaktı bu acıya? Olanaksız, bu acıya dayanılmaz. Göz göre göre hem haksız olarak! Anne yüreği dayanamaz buna. Dayanamaz! Ya benim çocuklarım olsaydı? Yüreğimin çarpıntıları artıyor, gittikçe sıklaşıyor soluğum. Salt bu sanı ile.
- Ya benim çocuklarım...
Evet. Dayanamadı işte, duruverdi yüreğim! Başka ne yapabilirdim ki? Ama siz bunu hiçbir zaman bilmeyeceksiniz. Bilemezsiniz. Ölmemiş olsaydım bile anlatamazdım bunu size. Anlatamazdım... Birazdan doktor gelecek:
Bir kalp yetersizliği, diyecek. Gömebilirsiniz.

Oysa anne yüreğidir bu. Düşte bile acınıza dayanamayan.