30 Ağustos 2015 Pazar

Kurşunkalem



Bir mektup

Sevgili Dostum,
Size bu mektubu kurşunkalem ile yazıyorum. Yadırgayacaksınız. Ama şu an onu özel bir sevgiyle elime aldım. Hemen yanımda da dikdörtgen bir silgi, onun ilgisi. Bazılarının minik bir fes gibi tepesinde taşıdığı.
Kurşunkalemi her zaman çok sevmişimdir. Sanki bunu şu an anlıyor gibiyim. Oysa o benim kendimi bildim bileli arkadaşım. O değil, onlar; Kurşunkalem ve silgi. Birbirlerini tamamlayan iki sonsuz dost, birbirlerine koşulsuz bağlı iki sevgili... Kurşunkalem bir yanlış mı yaptı, silgi yetişir imdadına, yumuşacık dokunuşlarıyla yok ediverir o yanlışlığı. Kurşunkalem bilir ki silgi bunu özveriyle yapar, hiç kızmaz. Üstelik yardımı, alçak gönüllülüğü erdem sayar. Kurşunkalem bunun için yanlış yapmaktan hiç korkmaz. Dostuna güvenli ve rahattır.
 Kurşunkalem silgisiz olamaz, ama silgi hiç bir zaman bunu onun başına kakmaz ve ona yüksekten bakmaz. Bilir ki kendisi de kurşunkalem ile birlikte bir değerdir. Böylece birbirlerine çözülmez gereksinmeyle bağlıdırlar. Ne uyumlu iki dost, kimsenin ayıramayacağı.
 “Tükenmez” kalem mi? Yapayalnızdır o. Bir silgisi varsa da serttir. Kurşunkaleminki gibi incitmesiz, sevecenlikle yardımcı olmaz. Yanlışı silerken yorulur ve kızar. Tükenmez kalem pistir de hani, boyasını sıvaştırıverir güzelim kağıtlara, onu tutan ellere bile bulaştırır. Üstelik tepeden bakar kurşunkaleme. Ne o? ... Sabitmiş... Kurşunkalem değil sanki o su içinde bile bozulmaz.
Kurşunkalem sürekli yazarken, ucu kalınlaşır, rahatsız eder bazı. Olsun. Onun bir de kalemtıraşı vardır: Ucunu içine sokup çeviriverdin mi ·? berberden çıkmış damat gibi oluverir. Kalemtıraş yoksa bu işi jilet yada bıçakla da görebiliriz ama kalemtıraşınki gibi pürüzsüz ve kolay olmaz.
Kurşunkalem çok uyumlu ve ekonomiktir. Ufacık kalana kadar iş görür. Ondan sonra isteksizce çöpe atılır. Tükenmez öyle mi? Pat der yarı yolda bırakıverir, adı tükenmez olsa da içi tükenmiştir işte. (Hani yaşam boyu tükenmeyen ne var ki özenmiş de bu adı almış!..) Belki kırtasiyeciye gidip yeni bir içlik taktırabilirsiniz. Ama boş verir gitmez ve ondan kurtulmayı yeğlercesine fırlatıp atarsınız çöpe. Tükenmez kaleme ilgiler yeni yeni biçimlerinedir, fiyakasınadır özellikle. Oysa kurşun kalem, doğanın can dostu ağaçtan değişmez yapısı içinde ne soylu bir düşünceyle bağlar sizi kendisine. Ve o bilir ki savaşlara - ölümlere eşlik eden "kurşun” adını, insanlara bir hizmet olarak yararlı yönüyle kabul etmiştir.
 Ne var ki öğrenciler bazen sapını ağızlarına götürür, dişlerler. Kurşunkalem kızmaz buna da. “Şu an dikkatle bir şey düşünüyordur." der hoş görür. Yalnız, sağlık açısından zararı vardır diye istemez.
“Kalem” sözcüğü Grekçe ‘den Arapçaya, Arapçadan Türkçeye geçmiş ve birçok yeni anlamlar taşıyarak yaşantımıza karışmış, adeta millileşmiştir. Örneğin: dolmakalem, kamış kalem, kalem parmaklı, kalem adası, kalem efendisi, taşçı kalemi, kontrol kalemi, kalem olmak, kalem sahibi, kaleminden kan damlar, kalemi güçlü, kalem işi, kalem kaşlı, kalem aşısı... gibi birçok! Ve tükenmez kalem de bu çeşitlemelerden biri değil mi?...
Kurşunkalem Atatürk'ün de hep yanında taşıdığı bir dosttu. Esat (Bülkat) Paşa'ya armağan edilen harita üzerindeki sunuyu onunla yazmıştır. (1)
Ve de sevgili dostu Madam Corin'e gönderdiği karttaki Fransızca yazısını...(2)
Kurşunkalem yıllar öncesinden sonsuza değin vardır, işte, salt bu anıyla bile.
Ah, bir de kendisi yazabilseydi anılarını... onca yaşantılarıyla, ne kadar ilginç olurdu!...
Kurşunkalemi seçememek mümkün mü sevgili dostum ve kalem meraklısı seni?...

(1-2) "Atatürk’ün Bütün Eserleri”, Cilt 1, 1903-1915, Kaynak yayınları s. 217-221.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

KUMAR

Kumar, düşüncede ve duyguda yalnız bir tek eylemin dirençle egemen olduğu bir tutkudur. Kazanmak tutkusu... Başlangıçta bunun bir parçacık tersi hesap edilse kimse kumar oynamaz.
Kazanma hesapları ise çoğu kez boşuna çıkar, ama gene de bu tutkuyla gözü dönmüş kişi sürdürür kumarı. O kişinin tüm yaşantısı kumarın tekelinde, onu robotlaştıran yönetimindedir.
Bakılırsa bizde politika bir kumar durumuna gelmiştir. Başa geçme koltuk kapma tutkusu ile bir 'kare as' oluşmuştur. Her ne kadar bir Başbakan ile üç yardımcısını kare asa benzetmek ilkten uygun düşmüyorsa da, bu üç yardımcısının Başbakan'dan daha az yetki ile davrandıkları kanısında değiliz. Her grup, kendi varlığını her fırsatta biraz daha genişleterek meydanı boş bulmuşça oynamaktadır ve giderek daha çoğunu kazanma uğruna ne güçleri varsa ortaya koyma çabasındadırlar.
Bütün kumarlar birbirinin aynıdır. Gerçekte, maddesel olanakların yitirilmesinden başka, zamanın boşuna ve sinirleri yıpratıcı biçimde harcanmasından ötürü de hep kaybetmektir. Bir atasözüyle: "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" tır.
Ailede kumar o ailenin geçimini ve mutluluğunu tükettiği gibi, politikada da bazılarının oynadığı kumar halkın sömürülmesi demek oluyor. Öyle ya ortada harcanan hesapsız paralar, oynayanın şahsına mı aittir?
İşte bizim iç politikamızda sen kazanacaksın ben kazanacağım diye yarış ederken, halkın ne denli sömürüldüğü sezilememektedir. 'Fakir katığı' denilen zeytinin kilosunun 3-4 milyona, bir yumurtanın 60-80 bine çıktığı günümüzde, bazı öğünleri kahvaltı biçiminde geçiştirmek bile olanaksızlaşmıştır. Halk, bir ağız tadı ile karın doyurmaktan yoksun iken, gereğinin fazlası Milletvekillerini, Bakanlarını, Başbakan yardımcılarını ve bunların tümünün korumaları ve kimselerini beslemektedir. Onlar ise "dokunulmazlık” zırhı içinde halktan kopmuşluğun-sorumsuzluğun kazanımları ile gün geçirebilmektedirler. Acaba, Başbakan yardımcısı bolluğu, Başbakan'ın işlerini mi kolaylaştırıyor? Hangi işleri? Yoksa zorlaştırıyor mu? Cumhurbaşkanı'nın neden bu kadar yardımcıları yok? Güçlülük güçsüzlük söz konusu olabilir mi? Düşünmeye değer.
'Çok konuşan çok yanılır" diye bir atasözümüz vardır. Bunun sayısız örneğini üst konumdaki politikacılarımız veriyor. Örneğin, Başbakan Ecevit'in düşmanlarını (gericileri) yüreklendirdiniz!" diye sarf ettiği sözler. Gerçek değil bir kez hem de incelik dışı! Acaba bu “Yüreklendirme" nin tohumlarını besleyen, üreten kim?
Hasan PULUR, bir yazısında (Milliyet, 25 Ağ.2000) "Ecevit 4 aydır değişti" diyor. Ve 1970'Ierin 'Karaoğlan'ını anımsatıyor, gerçekten nasıl da umudumuzdu! Ama o Ecevit bizi yanılttı: MHP’ne kucak açıp ortak alarak iktidara geldi. Bu iktidar hevesi acelesi bir kumardı, kaybettiren. Kaybeden Ecevit, kazanan ise Erbakan. Çünkü böylece, şimdi "rejim düşmanı" saydıkları aldı yürüdü. İşte o zaman tüm önemli yerlere geldiler yayılma ve ilerleme fırsatlarını kullandılar. Onlara bu fırsatı, ayaklarına halı döşercesine Ecevit sağlamış oldu(1974) Nedense bu tarihsel yanılgının sözü edilmiyor. Unutuldu mu? Sorsak: "İmam Hatip Okulun en çok ne zaman açıldı ve bugün 'Kur'an kurslarının sayısı neden artırılıyor? Evet. Ecevit değişmedi, Fethullah Gülen'in tutuklanma kararına, Erbakan'ın hapis cezasına üzüldüğünü açıkça söylüyorsa (üstelik Yargıtay'a karşı...) kuşkusuz içtendir. Ecevit konusu sır olaydır. Hıncal ULUÇ bir yazısında (Sabah, 23 Ağ.2000) bilmeyene öğretin yalın üslubu ile buna değinmişti. Bu okunsun yeter.
Zeytin, yumurta kadar önemli bir de “eğitim-öğretim” sorunları var ki çoğu aileler açlığı kabullenseler de çocuklarını (yarınları aydınlatacak olan çocuklarımız...) sıradan okullarda bile okutamama güçlükleri içindedirler, 'kese'ler o kerte delinmiştir. Ey ATATÜRK, sen bir de 23 Nisan Ulusal Bayramını çocuklara armağan ederek şereflendiriyorsun onları. Bak, birçokları dilenci, hırsız, tinerci, sokak çocukları. Hükümet onları doğru ve yararlı olana yönlendirecek yerde yasak ile cezalandırıyor ve de o mendil vb. satan, boyacılık yapan çaresizlere acıyıp alış veriş yapanları ki o çocukların bazıları okul masrafını olsun çıkarabilmek için o gibi işleri yapıyorlar. Çare ne, amaç ne, suç kimde, nerde? İşte birçok durumlarda böyle rastgele kararlar atılıyor ortaya başı sonu düşünülüp tartışılmadan! İktidarlar az konuşup çok iş yapabilmelidirler. Düşünerek ve hesap vererek. O zaman kumardan medet ummak yerine, olumlu hizmetlerinin karşılığı olarak asıl, 'koltuk'larını garanti etmiş bulunacaklardır. Örneğin, bu garantinin somut bir belgesi: yıllardır özlemi dile getirilen bir 'eğitim öğretim' anıtı olan KÖY ENSTİTÜLERİ. Kapatılması ihanetti. Ama onları kültürel kalkınmaya kapatanlar değil, asıl açmayanlar açamayanlar, o ihaneti hala sürdürenler suçlu.
Kare as, pokerde büyük bir ele (dört kız) sahip olmaktır, ama bundan güçlü eller de vardır. Bekleyelim, seçim zamanı göreceğiz. Çünkü en güçlü koz halkın elinde durmaktadır.


22 Ağustos 2015 Cumartesi

Burnunu Karıştıran Adam







Burnunun karıştıran adam çok gördüm.
"Ben yapmam" diyen de yapmıştır, yapar bu işi. Ne tür bir gereksinim ile olursa olsun. Ama bunun bir öyküye konu olacağını hiç sanmazdım.
Günlerdir, onu bana bir delikanlının çok rahatlıkla:
İşte, orada, burnunu karıştıran adam. Diyerek gösterişini anımsayıp duruyorum ve yeni baştan yaşıyorum sanki olayları.
Silivri otobüsünün kalkmasına bir buçuk saat vardı.
- Hadisene Diyorum kızıma. Bir an önce gidelim.
- Daha vaktimiz var. Hazırlanıyorum.
- Burası İstanbul kızım, trafik belasını unutmayalım.
Yetişiriz anne, neden iki ayağımı bir papuca sokuyorsun? Biletlerimizi aldık ya, korkma.
Biletlerimizi iki gün önceden almış, alırken de gecikirsek yerimizi kimseye vermemelerini çünkü ana yoldan binebileceğimizi sıkı sıkı tembihlemiştim. Gene de erinçsizdim. Oysa bir işin düzeni ve o işi üstlenenin her halde sorumluluk duygusu vardı, toplumsallaşmanın gereği bu, rahat olmalıydım. Kızıma:
İstersen Otogara kadar gitmeyelim yoldan binelim.
- Yoo, son otobüs belki, ne olur ne olmaz.
- Hadi çabuk öyleyse. Umduğumuzdan önce varmıştık Otogar 'a. Otobüsümüzü gösterdiler. Bazıları binmişti. Kalkışa yarım saat vardı, yükümüz olduğu için biz de binip yerleşelim dedik. Yerimize iki genç oturmuş. Numaralı biletlerimizi gösterip kalkmalarını rica ettik. Onlar da bize gösterdiler biletlerini. Aynı numaralardı, kalkmadılar.
Dolmuş sorunlarını yansıtan "Ne olur ne olmaz" adlı TV programını anımsayıverdim, aynısı başımıza gelmişti. Biz de o programdaki gibi boş yerlere oturduk. Bu yerlerin sahipleri de gelecekti, bakalım ne olacaktı?
Beş dakika geçmişti. Bir karı koca, ellerindeki biletle bizim yer numaralarımıza bir daha bir daha baktıktan sonra, aldırmazlığımıza da kızmış olacaklar ki adam biraz sertçe:
- Burası bizim yerimiz, yanlış oturmuşsunuz.
Dedi, biletlerinin numarasını göstererek.
- Bizim de biletimiz var, dedim, hem iki gün önceden almışız. İşte şu hanım kızların oturdukları yer. Aynı numaraları iki kez satmışlar, onlar da bizden önce gelmiş, oturmuşlar. Kalkmıyorlar.
- Kaldırın efendim.
Nasıl, kollarından tutup çekeyim mi'? Kalkmıyorlar işte. Buyurun siz kaldırın kaldırabilirseniz!
- Sizin yeriniz orası, ne yaparsanız yapın, bizim yerimizden kalkın.
- Hiç niyetimiz yok efendim. Gidin yetkili memuru çağırın, o halletsin.
- Bize ne? İşte biletimiz, işte yerimiz, gidin siz çağırın.
"Bize ne?" olur mu? Ayakta kalan sizsiniz!
Onlar sinirliydiler, ama öteki yolcular hatta bizim yerimize oturan genç kızlar bile gülüşmeye başlamışlardı.
"Nelere gülüyoruz? Nelere gülünür'? Nasıl gülünür" gibi sorular dolaştı kafamda. Gülmek, ağlamak kadar zordu aslında. Daha zor. Ağlamakta duygusallık var, gülmekte ise aynı zamanda akıl. Bizler ne çok şeylere gülüyorduk. Ne çok şeylere. Hem kahkahalarla!
Şu anda ben de gülüyordum, neye güldüğümü bilmeksizin. Gülmeyi kolayca anlamsızlaştırabiliyor, uygulayabiliyorduk.
Aklın sesi:
- Gülmek başlı başına bir olgu, dedi, ama değerlendiremediğiniz.
- Neden?
- Kültürü gerçekte önemsememiş ülkelerde böyledir. Her güzellik, her yarar kültürden gelen bir eğitime bağlıdır. Sizler daha çok yer kavgası yaparsınız ve buna da gülersiniz!
Otobüs İşletmesinin yetkilisi gelmiş, gülmeler durmuştu.
Herkese yukardan bakışından belli oluyordu hani, 'patron' olduğu. Bazıları tanıyordu onu, her halde. Küçük cebindeki yarısı dışarda Amerikan sigarası hemen dikkati çekiyordu. Sivrilerek gelişmiş göbeğinin üzerinden iki yana gerilmiş yeşil gömleğinin cepleri birçok şey tıkıştırılmasıyla torbalanmıştı. Pantolonunun ütüsü çoktan bozulmuş, apış arasından dışa doğru açılan kat çizgileri iyice yer etmiş. Sigarasını çekti ağzından, başımızda dikilen karı-kocaya sordu:
- Nedir davanız?
Sesinde ve yüzünde: "Ne dırdır ediyorsunuz? Sizlerle mi uğraşacağız?" anlamı belli bir kabalık vardı.
Koca, soluk soluğa özetledi durumu. Patron bize baktı:
Siz kalkınız, dedi. Bir otobüs daha çıkartacağız, orada beğendiğimiz yere oturursunuz.
- Neden biz'? Biletimizi önceden aldık diye mi?
- Ne bağırıyorsunuz bana?
Dünkü çocuk karıştırmış bütün işleri.
- Size bağırmadım bu bir.
İkincisi bağırarak konuşan sizsiniz. Bana değil, işlerinizi karıştıran o adamınıza bağırınız.
Bu kez sigaralı elini üstümüze doğru sallaya sallaya, daha yüksek sesle:
- Bulsam bağıracağım, ...tirmiş gitmiş. Hanımefendi, zaten kafam manyaklaştı, bir de sizinle uğraşmayalım! Ben miyim suçlu?
"Bağırmadan konuşamıyor musunuz?" diyecektim.
- Konuşamaz, dedi deminki ses, bu da bir eğitim işidir.
Besbelli değil mi hiçbir eğitimden geçmediği? Ama paralı..
Pantolonunun sağ cebine bak:
Para tomarı ile nasıl şişkin! Almak-vermek için ikide bir, bu koca tomar girer-çıkar o cebe.
O'nun suçu yok, bağıran bu dengesiz para!
Anlayışlılıkla:
- Haklısınız, dedim ona, siz suçlu değilsiniz. Ama ben de hiç değilim, değil mi?
Yetkili yanıt vermeden indi otobüsten. Öfkeliydi. Oracıkta, şurdan burdan toplanmış yapı artıklarıyla oluşturulmuş kulübeye girdi. Az sonra bir delikanlı gelerek eşyalarımızı almaya davrandı:
- Buyurun gidelim, dedi. Sizi öteki otobüse taşıyacağım.
- Dur bakalım, giden kim?
Bana böyle buyurdular, siz gidecekmişsiniz.
- Neden biz? Bizim yerimize oturanları kaldırsanıza. Kıpırdayacak halim yok benim.
Onlar üstelik genç.
Onlara döndüm:
- Kızım, siz neden gitmiyorsunuz?
- Ya ortada kalırsak?
Size söz veriyorum, gidiniz, bir süre bekleyeceğim.
Dönmezseniz geçip oturacağız buraya. İşte herkes tanık olsun.
Kızlar kalkmak istediler, kıpırdadılar. Ama vazgeçtiler yine. Fırladım yerimden. Kızıma tembihledim:
Sen sakın kalkmayasın.
Ben şimdi geleceğim.
Delikanlı ile indik otobüsten. "Yazıhane" denen derme çatma kulübeye yöneldik. İçerde yedi-sekiz kişi vardı. Sinirliydim. Arkamda duran gence:
Şu sizin en yetkiliniz kim?
Dedim. Göster bana.
İşte şu, burnunu karıştıran adam.
Yeşil gömlekli adamdı o ve kimseye aldırmaksızın, enikonu karıştırıyordu burnunu!
Evet, o, büyük paraların küçük adamlarından...


19 Ağustos 2015 Çarşamba

Bir Başka Cennet Marmaris












SERHAT KESTEL


Bu benzetme salt Marmaris'e özgü değil kuşkusuz. Çünkü Anadolu'muzda daha nice yöreler var ki hepsi bir başka cennet. Ben Marmaris'e gittim. Gördüm... Geldim. Ama Marmaris ile birlikte döndüm ya da hala oradayım.
Yeşil ile mavinin çılgınca seviştiği bir yer Marmaris. Kimi dağların tepelerine tırmanan geniş yapraklı çınarların, kimi koylara kadar inen ve dünyada çok az rastlanan 'günlük' (kozmetik ve ilaç sanayiinde kullanılan 'sığla' yağının elde edildiği Liguidamber Orientalis) ağaçlarının, kocaman okaliptüslerin ve yaz kış yeşilini koruyan çam ormanlarının oylara kadar inerek kuşattığı en güzel mavi. Nerdeyse kumlarının bile tek tek görüldüğü pırıl pırıl deniz burada, uzaklardaki koyu mavisinden sıyrıla sıyrıla kıyılara yaklaşırken, özellikle koylarda ormanların yeşiliyle kucaklaşarak zümrütleşiyor. Kıyıda ise bir kuşak gibi toprağın rengine bürünüyor. Gözler bu doyumsuz kucaklaşmadan ayrılmak istemiyor.
Buraya insan elinin değerbilirlik ve sevecenlikle uzanması, Marmaris'i her yönüyle bir turizm cenneti yapmayı başarmış. Özellikle Orman İşletmeleri'nin ve İçmeler Belediye Başkanı Zeki Eren'in özverili çalışmaları ile.
Marmaris, uzun kıyı şeridi, doğal liman, birçok koy, modern yat limanları, 'Mavi Tur' olanakları, körfezin her türlü su sporlarına açık olması, 5 yıldızlı otellerden en alçak gönüllü pansiyonlarına değin her kesimden turistlerin gönüllerince tatil yapabileceği cennet bir ilçe.
Rahat kara ulaşımı yanı sıra Dalaman Hava alanı ve Rodos feribotları ile kolayca dış dünyaya açılma olanağı bulan Marmaris Datça yolu üzerinde Fethiye iline yakın olarak da güney batı kıyısında, Muğla iline bağlı önemli bir yer.
Marmaris, birçok antik yöreleriyle tarih açısından da ilginç, ilk çağlara dek uzanıyor. Müzesindeki Koleksiyonlarda, eski adıyla: Physkos. Unlü tarihçi Heredot: "Marmarisios” diye adlandırarak burada mutlu yaşayan insanlardan söz eder. (Bugün de aynen böyle). Ege ile Akdeniz arasında geçit noktasında bulunmasıyla da tarih boyunca ilgi çekmiş. M.Ö. 333'te Makedonya kralı Büyük İskender'in kuşatmasından sonra M.Ö. 2. yy'da Roma Imp. sonra Bizans Imp. egemen olmuş. 1261 'de Türk Menteşe Beyliği eline geçmiş. 17. yy'da ünlü gezgin Evliya Çelebi, Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında büyük çapta onarımlar yaptırdığından söz eder ve Marmaris adının oluşumunu da şöyle anlatır: Kanuni, Marmaris kalesinin büyütülmesini istemiş. Ancak dönüşünde kaleyi yine küçük bularak öfkeyle, " Mimarias” emrini vermiş. Bu emir söylene söylene Kale'nin adı derken ilçenin adı olmuş.
1798'de Amiral Nelson, Napolyon'u izlerken buraya yerleşiyor, o da onarımlar yaptırıyor. 1916'da ise Fransız donanmasının Marmaris i bombalamasını hala anımsıyanlar var.
Marmaris kalesi 1979,1980, 1990'da restore edilerek müze oluşturulmuş ve 1991, 18 Mayısında ziyarete açılmıştır.
Marmaris’in ünlü yerlerinden birkaçını sayalım:
1) SEDİR- Kleopatra adası: Mark Antonius İle Kleopatra'nın denize girdikleri yerdeki kumu, Antonius kuzey Afrika'dan gemilerle getirtmiş. Bu özellikteki kum yalnızca Mısır'da bulunuyor. Sedir'de de Roma ve Hellenistik dönemden kalıntılar var. (Kumun özelliği: toplu iğne başı gibi iri taneli oluşu. Kibrit çakıldığında yandığı da söyleniyor.)
2) AMAZON: çam ormanları arasından yukarıya doğru uzunca bir yolun sonunda, yüksekten koya bir bakış...
3) GOKOVA: Gök ve denizin paylaşamadığı güzellikte bir yer.
4) Doğa ve tarihsel zenginlikleriyle çok güzel yerlerden biri: ORHANİYE ve buradaki ünlü 'Kız kumu'... (Efsaneye göre köyde Tanrıça gibi güzel bir kız varmış. Bir gezinti sırasında düşman askerleriyle karşılaşır, deniz kıyısına dek kaçar, sonunda kendisini korumak için eteğine çakıl ve kum doldurup denize girer ve döke döke üzerinde yürür. Ama kum denizin ortasında bitiverir ve askerler burada kızı yakalayıp öldürür.) Bu kum, uzaklardan da dar bir yol olarak görülebilmekte ve hala üzerinde yürünebilmektedir.
5) 1789'da yapılan, büyük kubbesiyle dikkati çeken İBRAHİM AĞA CAMİİ...
6) Turistik eşyaların genellikle satıldığı KERVANSARAY (1545).
Hangi birini saysam ki hepsi bir büyük kitabı oluşturur. Bu kitabı okuyan da oralara gitmek için can atar.
Bence Marmaris'te çok güzel bir yer daha var: Öğretmen Evi... Daha önce gördüklerimden ayrıcalıklı. Burada, Öğretmen Evleri kurucusu önceki Milli Eğitim Bakanlığı'ndan Sayın Hasan Sağlam ile tanışma fırsatı da oldu. İlk kez, Öğr. Evi müdürünün bayan oluşu Sayın Sağlam'ın dikkatini çekmiş. Züleyha Aldoğan. Ciddi, özverili ve sempatik davranışlarıyla yetenekli bir yönetici. Belki de diyorum bu Öğretmen Evi iç ve dış her türlü bakımı ile haklı olarak beğeni topluyor. Züleyha Hanımın tüm çevresi de son derece titiz, saygılı, bilgili... Bu ve benzeri kültür ortamlarını yok etmeye çalışanlara lanet, var edenlere de sonsuz teşekkürler.
Öğretmen Evi bir simge. Öğretmenin asıl ve değişmez yeri, halkçı ve ulusçu olan herkesin kalbidir. Onların kalkınmasında öğretmenin önemini ilk gören ve uygulayan ATATÜRK'ün izinde olmamak mümkün mü? Eğer bir 'dokunulmazlık' söz konusuysa bu öncelikle öğretmenin hakkı olmalıdır. Ve bu hak milletvekillerinden önce, ulusun temel yapısını oluşturan, geleceğini ışıklandıran öğretmene verilmelidir.
Çok kimse Marmaris'i görmek, oradaki güzellikleri yaşamak isteyecektir. Ama ya bir kez görmüş olanların ilk fırsatta yine onunla kucaklaşmak istekleri... Bir dinmez özlem.
İlk günkü bir şaşkınlığımı da unutamam: Eşimle kısa bir gezintiye çıkmıştık. Ne kadar çok yabancı vardı ve tüm yazılar yabancı dilde. "Biz, dedim, burada nasıl iletişim kuracağız? " (Ben yazar olarak da davetliydim.)
Oysa o gün ve hele sonraları, bir kaynaktan fışkırır gibi dostlar çoğalıverdi: Dilek-Tunç, Ümit abiler, Lina, Züleyha, Feray, Ö. Hetman. Çağdaş Yaşamı Destekleme, Atatürkçü Düşünce, Doğa Dostları dernekleri kurucu ve üyeleri, TV 48'den Oya, Betül, Canan.. ve içtenlikli, dürüst tüm Marmaris'liler... Unutulmaz sıcak dostluklar ki onca kısa zamanda. Ah MARMARİS, bunları da sende yaşadım.
Özlemle selam sana.