
Burnunun karıştıran adam çok gördüm.
"Ben yapmam" diyen de yapmıştır,
yapar bu işi. Ne tür bir gereksinim ile olursa olsun. Ama bunun bir öyküye konu
olacağını hiç sanmazdım.
Günlerdir, onu bana bir delikanlının çok
rahatlıkla:
İşte, orada, burnunu karıştıran adam.
Diyerek gösterişini anımsayıp duruyorum ve yeni baştan yaşıyorum sanki
olayları.
Silivri otobüsünün kalkmasına bir buçuk
saat vardı.
- Hadisene Diyorum kızıma. Bir an önce
gidelim.
- Daha vaktimiz var. Hazırlanıyorum.
- Burası İstanbul kızım, trafik belasını
unutmayalım.
Yetişiriz anne, neden iki ayağımı bir
papuca sokuyorsun? Biletlerimizi aldık ya, korkma.
Biletlerimizi iki gün önceden almış,
alırken de gecikirsek yerimizi kimseye vermemelerini çünkü ana yoldan
binebileceğimizi sıkı sıkı tembihlemiştim. Gene de erinçsizdim. Oysa bir işin
düzeni ve o işi üstlenenin her halde sorumluluk duygusu vardı,
toplumsallaşmanın gereği bu, rahat olmalıydım. Kızıma:
İstersen Otogara kadar gitmeyelim yoldan
binelim.
- Yoo, son otobüs belki, ne olur ne olmaz.
- Hadi çabuk öyleyse. Umduğumuzdan önce
varmıştık Otogar 'a. Otobüsümüzü gösterdiler. Bazıları binmişti. Kalkışa yarım
saat vardı, yükümüz olduğu için biz de binip yerleşelim dedik. Yerimize iki
genç oturmuş. Numaralı biletlerimizi gösterip kalkmalarını rica ettik. Onlar da
bize gösterdiler biletlerini. Aynı numaralardı, kalkmadılar.
Dolmuş sorunlarını yansıtan "Ne olur
ne olmaz" adlı TV programını anımsayıverdim, aynısı başımıza gelmişti. Biz
de o programdaki gibi boş yerlere oturduk. Bu yerlerin sahipleri de gelecekti,
bakalım ne olacaktı?
Beş dakika geçmişti. Bir karı koca,
ellerindeki biletle bizim yer numaralarımıza bir daha bir daha baktıktan sonra,
aldırmazlığımıza da kızmış olacaklar ki adam biraz sertçe:
- Burası bizim yerimiz, yanlış
oturmuşsunuz.
Dedi, biletlerinin numarasını göstererek.
- Bizim de biletimiz var, dedim, hem iki
gün önceden almışız. İşte şu hanım kızların oturdukları yer. Aynı numaraları iki
kez satmışlar, onlar da bizden önce gelmiş, oturmuşlar. Kalkmıyorlar.
- Kaldırın efendim.
Nasıl, kollarından tutup çekeyim mi'?
Kalkmıyorlar işte. Buyurun siz kaldırın kaldırabilirseniz!
- Sizin yeriniz orası, ne yaparsanız
yapın, bizim yerimizden kalkın.
- Hiç niyetimiz yok efendim. Gidin yetkili
memuru çağırın, o halletsin.
- Bize ne? İşte biletimiz, işte yerimiz,
gidin siz çağırın.
"Bize ne?" olur mu? Ayakta kalan
sizsiniz!
Onlar sinirliydiler, ama öteki yolcular
hatta bizim yerimize oturan genç kızlar bile gülüşmeye başlamışlardı.
"Nelere gülüyoruz? Nelere gülünür'?
Nasıl gülünür" gibi sorular dolaştı kafamda. Gülmek, ağlamak kadar zordu
aslında. Daha zor. Ağlamakta duygusallık var, gülmekte ise aynı zamanda akıl.
Bizler ne çok şeylere gülüyorduk. Ne çok şeylere. Hem kahkahalarla!
Şu anda ben de gülüyordum, neye güldüğümü
bilmeksizin. Gülmeyi kolayca anlamsızlaştırabiliyor, uygulayabiliyorduk.
Aklın sesi:
- Gülmek başlı başına bir olgu, dedi, ama
değerlendiremediğiniz.
- Neden?
- Kültürü gerçekte önemsememiş ülkelerde
böyledir. Her güzellik, her yarar kültürden gelen bir eğitime bağlıdır. Sizler
daha çok yer kavgası yaparsınız ve buna da gülersiniz!
Otobüs İşletmesinin yetkilisi gelmiş,
gülmeler durmuştu.
Herkese yukardan bakışından belli oluyordu
hani, 'patron' olduğu. Bazıları tanıyordu onu, her halde. Küçük cebindeki
yarısı dışarda Amerikan sigarası hemen dikkati çekiyordu. Sivrilerek gelişmiş
göbeğinin üzerinden iki yana gerilmiş yeşil gömleğinin cepleri birçok şey
tıkıştırılmasıyla torbalanmıştı. Pantolonunun ütüsü çoktan bozulmuş, apış
arasından dışa doğru açılan kat çizgileri iyice yer etmiş. Sigarasını çekti
ağzından, başımızda dikilen karı-kocaya sordu:
- Nedir davanız?
Sesinde ve yüzünde: "Ne dırdır
ediyorsunuz? Sizlerle mi uğraşacağız?" anlamı belli bir kabalık vardı.
Koca, soluk soluğa özetledi durumu. Patron
bize baktı:
Siz kalkınız, dedi. Bir otobüs daha
çıkartacağız, orada beğendiğimiz yere oturursunuz.
- Neden biz'? Biletimizi önceden aldık
diye mi?
- Ne bağırıyorsunuz bana?
Dünkü çocuk karıştırmış bütün işleri.
- Size bağırmadım bu bir.
İkincisi bağırarak konuşan sizsiniz. Bana
değil, işlerinizi karıştıran o adamınıza bağırınız.
Bu kez sigaralı elini üstümüze doğru
sallaya sallaya, daha yüksek sesle:
- Bulsam bağıracağım, ...tirmiş gitmiş.
Hanımefendi, zaten kafam manyaklaştı, bir de sizinle uğraşmayalım! Ben miyim
suçlu?
"Bağırmadan konuşamıyor
musunuz?" diyecektim.
- Konuşamaz, dedi deminki ses, bu da bir
eğitim işidir.
Besbelli değil mi hiçbir eğitimden
geçmediği? Ama paralı..
Pantolonunun sağ cebine bak:
Para tomarı ile nasıl şişkin! Almak-vermek
için ikide bir, bu koca tomar girer-çıkar o cebe.
O'nun suçu yok, bağıran bu dengesiz para!
Anlayışlılıkla:
- Haklısınız, dedim ona, siz suçlu
değilsiniz. Ama ben de hiç değilim, değil mi?
Yetkili yanıt vermeden indi otobüsten.
Öfkeliydi. Oracıkta, şurdan burdan toplanmış yapı artıklarıyla oluşturulmuş
kulübeye girdi. Az sonra bir delikanlı gelerek eşyalarımızı almaya davrandı:
- Buyurun gidelim, dedi. Sizi öteki
otobüse taşıyacağım.
- Dur bakalım, giden kim?
Bana böyle buyurdular, siz
gidecekmişsiniz.
- Neden biz? Bizim yerimize oturanları
kaldırsanıza. Kıpırdayacak halim yok benim.
Onlar üstelik genç.
Onlara döndüm:
- Kızım, siz neden gitmiyorsunuz?
- Ya ortada kalırsak?
Size söz veriyorum, gidiniz, bir süre
bekleyeceğim.
Dönmezseniz geçip oturacağız buraya. İşte
herkes tanık olsun.
Kızlar kalkmak istediler, kıpırdadılar.
Ama vazgeçtiler yine. Fırladım yerimden. Kızıma tembihledim:
Sen sakın kalkmayasın.
Ben şimdi geleceğim.
Delikanlı ile indik otobüsten.
"Yazıhane" denen derme çatma kulübeye yöneldik. İçerde yedi-sekiz
kişi vardı. Sinirliydim. Arkamda duran gence:
Şu sizin en yetkiliniz kim?
Dedim. Göster bana.
İşte şu, burnunu karıştıran adam.
Yeşil gömlekli adamdı o ve kimseye
aldırmaksızın, enikonu karıştırıyordu burnunu!
Evet, o, büyük paraların küçük
adamlarından...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder